Vefatının 6. Yıldönümünde Değerli Hasan Celâl Güzel Beyi Rahmetle Anıyorum…
Geçen gün değerli bir arkadaşım mesaj attı. Mehmet Hasgürel hocanın bir yazısında, yanında yıllarca çalıştığım kıymetli siyasetçi ve ilim, kültür adamı Hasan Celâl Güzel’in ismine rastlamış ve benim de yazıyı okumamı istiyordu. Ve tabii ki, arkadaşım, “yazıda Hasan Celâl Güzel Bey övülmüş mü, yerilmiş mi onu anlamadım” notunu düşmeyi de ihmal etmemiş.
Arkadaşımın uyarısı üzerine Mehmet Hasgürel hocanın yazısını okudum. CTP Başkanı Tufan Erhurman’la ilgili olan yazıda Hasan Celâl Güzel şöyle bir cümleyle anılmaktadır: “Bunca yıldır, Türkiye’deki rahmetli Hasan Celal Güzel dâhil ahaliye bu kadar güzel sarılan başka bir siyasetçi görmüş değilim.”
Arkadaşımın “yazıda Hasan Celâl Güzel Bey övülmüş mü, yerilmiş mi onu anlamadım” tartışmasına girmeden Hasan Beyin yanında yıllarca çalışan birisi olarak onun “ahaliye güzel sarılmasının” kendine has özelliklerinden ve bu husustaki gözlemlerimden kısaca bahsetmek istiyorum…
Öncelikle vurgulamam lazım ki, siyasetçi ve ilim, kültür adamı Hasan Celâl Güzel’i ayrıntısıyla değerlendirmek beni aşar. Bu konuda, kendisinin kurmuş olduğu Yeni Türkiye dergisi vefa örneği göstererek vefatından sonra Hasan Celâl Güzel Özel sayısı hazırlamış. İlgi duyanlar inceleyebilirler. Ayrıca ben de Hasan Beyle ilgili gözlemlerimi naçizane Lefke’den Mektuplar I kitabımda yazdım. Ama Hasan Beyin bu “ahaliye güzel sarılma” olayı farklı bir olaydır.
Siyasi tarihimize bakıldığında özellikle seçim dönemlerinde vatandaşlarla temaslar, iletişim kurmalar önem taşıyor. Vatandaşa dokunacaksın ki oy alabilesin. Bu dokunma manevi olduğu kadar fiziği de olabiliyor. Bu anlamda Hasan Bey vatandaşlara, Türk milletine manevi dokunuşu hiçbir zaman ihmal etmemişti. Bıraktığı siyasi, ilmi ve kültürel mirası ortadadır. Takip edilebilir. Fakat Hasan beyin özellikle seçim dönemlerinde vatandaşlara dokunmak için geliştirdiği bir “elense çekme” taktiği vardır ki, Türk siyasi hayatında kendine yer edinmiştir ve Hasan Beyin ismiyle anılmaktadır.
Medyada yer bulup vatandaşa projelerini ve kendini anlatamayınca halkın arasına karışıp birebir halkla temas ederek siyasetini yapıyordu, Hasan Bey. Bu onun belirgin vasfı olmuştu. Bütün bir ili, ilçeyi, köyü yürüyerek miting alanına çeviriyordu. Bu durum alışık olunan bir üslup değildi. Halkı kucaklamaktan daha güzel siyaset mi olur diyordu? Hatta bazıları bunu kastederek “siyasi platformda vatandaşları öpme konusunda rekoru Hasan Bey elinde bulunduruyor” şeklinde yorumlar da yapmaktalar.
Kendisine bu “elense çekme” taktiği sorulduğunda şu sevabı vermiştir: “Siyaseti bıraktığım 18 Nisan 1999 genel seçimlerine kadar tam 15 yıl, tahminen 10 milyon kişi ile el sıkıştım, öpüştüm ve elense çektim. El sıkışacak ve öpülecek kişi sayısı fazla olduğu için çok hızlı hareket eder ve kendime mahsus teknikler geliştirirdim. Süleyman Demirel, o zaman benim için ‘Bedeniyle siyaset yapan adam’ ifadelerini kullanmıştı.”
Bir röportajında bunu, seçim döneminde partisini haber yapmayan gazetecilerin dikkatini çekmek için yaptığını söylese de “elense Hasan” ismiyle anılmasından da memnun değildi: “Bu kadar iş yaptım. Sadece ‘El ense Hasan’ diye anılmak hoş değil. El alemin adamlarıyla dudak dudağa gelmemek için kendime bir öpüşme stili geliştirmiştim. Tokalaşmaktan parmaklarım kırıldı, sol elimde hala problem var.”
“El ense çekme” taktiğinin uygulanışına gelecek olursak, olay şöyle gelişmektedir: “Önce vatandaşa sağ el uzatılıyor. Bu arada sol elle vatandaşın ensesinden tutularak hızlı şekilde kendine doğru çekiliyor. Sağ omuz 45 dereceye kadar aşağıya iniyor ve vatandaş hızlı şekilde öpülerek devam ediliyor. İşlem böylece tamamlanmış oluyor”.
Kendisinden dinlemiştim, bu taktiğini uygularken kendisiyle beraber kaç seçmenin de elden, koldan, enseden hasar gördüğünü… Hatta bel fıtığından muzdarip olup, el ense yiyince iyileşip kendisine teşekkür edenler de olmuştur.
Her ne kadar Hasan Bey röportajında bu taktiği basının dikkatini çektiği için geliştirdiğini söylese de sıradan yaşamında da bunu çok uyguladığına şahit oldum, bir nevi adetkerde olmuştu sanki. Çok el ense yedik kendisinden, ayaklarımız yerden koparak…
Bir doğum günümde evimize kutlamaya geldiklerinde, onun kadar olmasa da iri yapılı olan kayınım ona fiziki olarak karşı koymak istediğinde “el enseyi kaptırmış” ve kendisini havada bulmuştu…
Hasan Celâl Güzel Beyi rahmetle anıyorum.
Geldiğin Yeri Unutmamak…
Yaşadığımız sosyal olayları gözlemlerken karşılaştığım olumsuz süreçlerin temelinde insanların geldiği yeri unutmanın da önemli bir etken olduğunu düşünüyorum. Çünkü kökten kopma ağacı kurutur. Kökü derinde ve sağlam olan ağacı ise seller sular da gelse yerinden oynatamaz…
Geldiği yeri unutmada neyi mi kastediyorum? Ekşi sözlüğe sordum ve verdiği cevaba tatmin oldum:
“İnsanoğlunun doğduğu yeri, büyüdüğü ortamı, tanıdığı insanları, yaşadığı zamanları hiç olmamış, hiç görmemiş gibi davranıp, aynı şartlardaki insanları, mekânları eleştirip, beğenmeme hali için kullanılır”.
Nedeni mi? Unutkanlık, hafıza kaybı, geçmişi yok sayma. Bunun nedeni mi nedir? Düştüğü yeni tarihi ortam, güç, şişen egolar…
Bir nasihat-âmiz hikâye mi anlatsam bu konuda? Anlatayım. İhtiyacı olanlar umarım mesaj alır.
Hikâye şu ki;
Geçen yüzyılın başlarında Azerbaycan’da sırtında semeriyle hamallık yapan, pazarda yük taşıyan, dolayısıyla okuması yazması olmayan, eğitim alamayan Zeynelabidin isimli bir çocuk yaşarmış. Zorluklar içinde yaşayan bu çocuk kazandığı paraları biriktiriyormuş. Bir gün toprak alma hayaline kapılmış. Çünkü Bakü’de nerede ise satın alınan her toprakta petrol fışkırıyormuş. Ama parası yeterli gelmemiş. Bundan dolayı arkadaşıyla beraber bir toprak parçası almaya karar vermişler. Almışlar da. Bir taraftan da yavaş yavaş topraklarında kazı işlerini başlatmışlar. Uzun süre bir sonuç alınmayınca arkadaşı bu işten vazgeçmiş ve hissesini de bizim Zeynelabidin’e satmış… Evet, tahmin ettiğiniz gibi bir gün de bu topraktan petrolün fışkırdığı haberi gelmiş…
Zeynelabidin Tağıyev petrolden kazandıkları ile “Azerbaycan’ın milyoneri” adını kazanmış. Azerbaycan’da eğitimi, kültürü, sanatı, siyaseti desteklemesiyle de “millet atası” unvanını hak etmiş.
Konumuzla bu hikâyenin ilgisi ne diye merak etmişsinizdir.
Evet, oraya geleyim. “Azerbaycan’ın milyoneri” ve “millet atası” Tağıyev bunca sürece rağmen semerini kaybetmemiş. Hamallık yaparken sırtından ayırmadığı semerini evinin çıkış kapısının üstüne asmış. Neden mi? Her sabah evinden çıkarken semere bakarak nereden geldiğini unutmasın diye…
Evinin çıkış kapısının üstüne “semerini” aşaması gereken ne çok insanımız varmış???!!!...